Dünya Ne Zamandan Beri Yuvarlak?



Merhaba, bir süredir üzerinde çalıştığım podcast, Bilim Tarihinden Hikayeler, için hazırladığım bir taslakla karşınızdayım. Amacım, adından da anlaşılacağı gibi bilim tarihinden ilgi çekici olduğunu umduğum hikayeleri dinleyicilerle paylaşmak. Bu hikayeler bazen bir buluşun kısa öyküsü, bazen de bir düşüncenin, bir gerçeğin ortaya çıkışının uzun serüveni biçiminde karşımıza çıkacak. İlk bölümün konusu ‘Dünya Ne Zamandan Beri Yuvarlak?’


Dünya’nın yuvarlak olduğuna dair ilk düşünceler, M.Ö. 6. yüzyıla kadar uzanır. Antik Yunan’da yaşamış olan filozof Pythagoras (Pisagor), benim ulaşabildiğim kadarıyla dünyanın yuvarlak olduğuna dair net görüş ileten ilk kişi. Ne var ki onun görüşlerini bilimsel çıkarımlar olarak nitelendirmek konusunda acele etmemek gerekiyor. Pisagor’un Dünya’nın yuvarlak olduğunu düşünmesine yol açan birkaç temel felsefi ve matematiksel neden var. Bu düşünceler, Pisagor’un evren ve geometri hakkındaki anlayışıyla da yakından ilişkili. Bu arada hemen belirtelim ki Pisagor’un görüşlerini kendisinden sonra gelen takipçilerinin bıraktığı eserler yardımıyla öğrendik, doğrudan Pisagor tarafından yazılmış herhangi bir esere sahip değiliz. Akademia’yı yani Pisagor’un kurduğu felsefe okulunu bir nevi tarikat olarak tanımlamamıza yetecek hatırı sayılır bulgudan ötürü mürid olarak da niteleyebileceğimiz takipçileri ve Pisagor, evrendeki mükemmel düzenin matematiksel ve geometrik ilkelerle açıklanabileceğine inanıyorlardı. Pisagor’a göre, gök cisimleri de bu kusursuzluğa uygun olmalıydı. Akıllarına yatan tek şekil, her noktası yüzeyden eşit uzaklıkta bir merkeze sahip olan küreydi ve mükemmelliğin simgesiydi.


Pisagor’un Dünya’nın yuvarlak olduğunu düşünmesi, onun geometrik ve matematiksel mükemmellik anlayışına, gözlemlerine ve felsefi ilkelerine dayanmaktadır. Küre, Pisagor için evrenin düzenini ve mükemmelliğini en iyi temsil eden şekildi ve bu nedenle Dünya’nın da küresel olması gerektiğini savunmuştur. Bu düşünceler, daha sonraki dönemlerde diğer filozoflar ve bilim insanları tarafından da benimsenmiş ve geliştirilmiştir.


Diğer yandan Pisagor’un dünyanın yuvarlak olması gerektiğine dair düşüncesinin tek nedeni mükemmellik takıntısı değildi, Pisagor, Ay ve Güneş’in yuvarlak olduğunu gözlemlemiş ve bu gözlemlerini Dünya’ya da uygulamıştır. Gökyüzündeki diğer gök cisimlerinin küresel olması, Dünya’nın da küresel olabileceği düşüncesini güçlendirmiştir.


Bir başka Yunan filozof, Platon da benzer görüşleri savunmuştur. ‘Timaios’ adlı eserinde Dünya’nın şeklinin küresel olduğunu belirtmiştir. Ne var ki onun bu kanısı büyük ölçüde Pisagor’un matematiksel ve geometrik prensiplerine dayanmaktadır. Platon, Pisagor’un görüşlerini kendi felsefi ve kozmolojik sistemine entegre ederek, Dünya’nın küresel şeklinin evrendeki düzen ve armoniyi yansıttığını savunmuştur.


Ancak, bu dönemde birçok düşünür ve halkın neredeyse tamamı Dünya’nın düz olduğuna inanıyordu. Dünya’nın düz olduğunun düşünülmesi çok daha mantıklıydı zira günlük yaşamda düz bir Dünya algısı vardı. Örneğin Anaksimander, Dünya’nın silindirik bir şekle sahip olduğunu öne sürerken, Anaksimenes onu düz bir disk olarak görüyordu.


Benzer düşünceler Mısır ve Babil uygarlıklarında da karşımıza çıkıyor. Antik Mısır’da genel inanış, Dünya’nın düz olduğu ve Nil Nehri’nin de merkezde bulunduğu yönündeydi.


Mezopotamya, Çin ve Hint uygarlıklarında da durum çok farklı değildir. Örneğin Sümer ve Babil uygarlıklarında genel olarak Dünya’nın düz ve geniş bir disk şeklinde olduğuna inanılıyordu. Bu disk, su ile çevriliydi ve üstünde gökyüzü kubbesi bulunuyordu. Gökyüzünü dikkatle gözlemleyen ve bunları ‘Enuma Anu Enlil’ adlı metinle kayıt altına alan Babil astronomları da Dünya’nın düz olduğunu düşünüyorlardı. Gökyüzünün hareketlerini ve yıldızların düzenini açıklamaya çalışırken, bu düz model onlar için daha anlamlıydı.


Daha fazla bilimsel temele ve daha az inanca dayanan örneklerse Aristo ile karşımıza çıkmaya başlıyor. Büyük düşünür, Dünya’nın yuvarlak olduğunu kanıtlamak için bir dizi gözlem ve mantıksal çıkarım kullanmıştır. Ay tutulması sırasındaki gölge, farklı yerlerde görülen yıldızlar, ufukta kaybolan gemiler ve yerçekimi gibi faktörler, Aristo’nun Dünya’nın küresel olduğunu savunmasında önemli rol oynamıştır. Aristo’nun bu çalışmaları, sonraki yüzyıllarda bu konuda yapılan bilimsel araştırmaların temelini oluşturmuştur.


Ne var ki bugünkü bilimsel yaklaşıma benzer bir metodla yürütüldüğünü düşünebileceğimiz ilk çalışmaya Eratosthenes’in (Eratostenes) çığır açan hesaplamasında rastlıyoruz. M.Ö. 3. yüzyılda, yaşayan Eratostenes, Dünya’nın yuvarlaklığını bilimsel olarak kanıtlamaya çalışan ilk kişiydi. Mısır’ın Syene (Siyene) kentinde yaz gün dönümünde, öğle vaktinde gölgelerin hiç oluşmadığını, ancak aynı anda İskenderiye’de gölgelerin oluştuğunu farketti. Bu gözlemlerden yola çıkarak, İskenderiye ile Siyene arasındaki mesafeyi ve gölge açılarını kullanarak Dünya’nın çevresini hesapladı. Mesafe yaklaşık 800 kilometreydi ve gölge açısı yaklaşık 7 dereceydi. Basit bir oran hesabıyla, Dünya’nın çevresini yaklaşık 39,375 kilometre olarak hesapladı. Kabaca 40,075 diye yuvarlayabileceğimiz gerçek değere oldukça yakın.


Eratostenes’in çalışması, antik dünyanın en büyük bilimsel başarılarından biri olarak kabul edilir. Onun bu hesaplaması, matematik ve astronomi alanlarında önemli bir dönüm noktasıydı ancak tahmin edeceğiniz gibi bazı çevrelerce şüpheyle karşılandı. Özellikle dini ve mitolojik inançlara bağlı olan kişiler, Dünya’nın yuvarlak olduğu fikrine karşı çıkıyorlardı.


Eratostenes’in hesaplaması sonrası farklı uygarlıklarda da Dünya’nın yuvarlaklığına dair görüşler ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz. Örneğin Tang Hanedanlığı döneminde, Çinli düşünür Cang Heng, M.S. 1. yüzyılda yazdığı Ling Şian adlı eserinde, Dünya’nın yuvarlak olduğunu öne sürmüştür. Benzer biçimde M.S. 5. yüzyılda yaşayan Hintli büyük matematikçi ve astronom Aryabhata da Dünya’nın küresel olduğunu ve kendi ekseni etrafında döndüğünü savunmuştur. Aryabhata’nın Aryabatiya adlı eseri, bu konuda önemli bilgiler içerir.


Ne yazık ki Antik Yunan ve Roma döneminde kabul gören bu bilimsel fikirler, Ortaçağ’da yerini farklı inançlara bıraktı. Ortaçağ Avrupası’nda birçok insan, dini ve mitolojik inançlardan dolayı Dünya’nın düz olduğuna inanıyordu. Özellikle Hristiyanlık, kutsal metinlerden yola çıkarak Dünya’nın düz olduğunu savunan argümanlar öne sürdü. Ortaçağ’da eğitim ve bilgi, büyük ölçüde kilisenin kontrolündeydi ve bu dönemde bilimsel düşünce geri plana itildi. Bazı kilise babaları ve din adamları, Dünya’nın düz olduğunu ve üzerinde bir kubbe bulunduğunu savundu. Bu kubbenin ötesinde ise cennet ve cehennem gibi kavramların bulunduğuna inanılıyordu. Örneğin, Cosmas Indicopleustes, 6. yüzyılda yazdığı ‘Christian Topography’ adlı eserinde Dünya’nın düz olduğunu savunan bir model geliştirdi. Cosmas, Dünya’nın dikdörtgen şeklinde olduğunu ve gökyüzünün onun üzerinde bir çadır gibi gerildiğini savundu. Bu dönemde halk arasında, Dünya’nın ucuna ulaşılabileceği ve buradan düşülebileceği gibi hikayeler yaygındı. Bu tür öyküler, denizciler ve kaşifler arasında da kabul görüyordu.


Avrupa’ya çöken Ortaçağ karanlığına karşın İslam dünyasında durum farklıydı. İslam’ın Altın Çağı olarak bilinen dönemde yani 8. yüzyıldan 14. yüzyıla kadar olan zaman aralığında, birçok Müslüman bilim insanı ve düşünür, Dünya’nın şekli ve kozmoloji üzerine önemli çalışmalar yapmıştır. Örneğin Coğrafya ve astronomi alanlarında önemli katkılarda bulunan El-Biruni,‘Kitab al-Hind’ adlı eserinde Hindistan’ın coğrafyası ve kültürü üzerine yazmış ve Dünya’nın küresel olduğunu belirtmiştir. El-Biruni ayrıca Dünya’nın çevresini hesaplamak için de çalışmalar yürütmüştür. Bir yönteminde, bir dağın yüksekliğini ve ufuktaki uzaklığı ölçerek Dünya’nın yarıçapını hesaplamıştır. El-Biruni’nin hesaplamaları, Dünya’nın yarıçapı için yaklaşık 6,339.6 kilometre gibi bir değer vermiştir. Bu değer, modern ekvatoral yarıçap olan 6,378.1 kilometreye oldukça yakındır ve sadece 38.5 kilometre sapma göstermektedir. O dönem için son derece ileri düzeyde bir doğruluk ve bilimsel açıdan büyük bir başarı. 


Benzer biçimde 9. Yüzyılda yaşayan El-Fergani de Gök Hareketleri ve Astronomi İlminin Temelleri Üzerine Kitap adlı eserinde Dünya’nın boyutları ve gezegenlerin hareketleri üzerine yazmıştır. El-Fergani, Dünyanın çapı üzerine de çalışmalar yürütmüş, meridyen yayının uzunluğunu ölçerek Dünya’nın çevresini hesaplamıştır. 1 derece meridyen yayının uzunluğunu yaklaşık 111.32 kilometre olarak belirlemiştir. Bu ölçüme dayanarak, Dünya’nın çevresini yaklaşık 40,000 kilometre olarak hesaplamıştır ki bu değer modern sonuç olan yaklaşık 40,075 kilometreye oldukça yakındır.


Bu noktada haklı olarak bölümün sonuna geldiğimizi düşünebilirsiniz. Zira bırakın Dünyanın şeklininin tahmin edilmesini, yarıçapı bile neredeyse kusursuz olarak hesaplamış durumda. Ne var ki gerçek, onu değiştirmeye muktedir olanların isteğiyle şekillendirilebilir. Bu nedenle birkaç marjinalin söylemiyle dünyanın yuvarlak olduğunun kabul edilmesi maalesef olanaksızdı. Gücü elinde tutanlar, örneğin kilise, dünya düz diyorsa dünya düzdür. Bu gerçek inşa edilmiştir ve güç inşaatın patronlarında olduğu sürece ya da onlar başka bir gerçek inşa etmeye karar verene kadar da öyle kalacaktır. Dolayısıyla, dünyanın şekline dair çalışmalar da tartışmalar da devam etti.


Avrupa, kapılarını kapatarak karartma perdelerini çektiği odada, mum yakmaya çalışanların tepesine binmekle meşgulken, doğudaki ilerlemeler hız kesmemişti. 9. Yüzyılda temelleri Harun El-Reşid tarafından atılan ancak tam anlamıyla faaliyete geçmesi Abbasi Halifesi El-Mamun döneminde gerçekleşen Beyt el-Hikme yani Bilgelik Evinde birçok bilimsel araştırma yürütülüyordu. El Mamun’un yönetiminde dünyanın önde gelen bilim insanları Dünya’nın çevresini hesaplamak için çeşitli yöntemler kullanmışlardı. Bilginler, Sincar Çölü’nde bir meridyen yayı ölçümü yaparak Dünya’nın çevresini yaklaşık 40,248 kilometre olarak hesaplamışlardır. Bu hesaplama, modern değere oldukça yakındır ve Eratosthenes’in hesaplamalarına benzerlik gösterir.


Her ne kadar konumuz olmasa da Bilgelik Evi ile ilgili birkaç konuya daha değinmek istiyorum. Bilgelik Evi (Beytü’l-Hikme) dünyanın ilk büyük araştırma ve çeviri merkezlerinden biridir. Bu merkez, İslam'ın Altın Çağı'nın önemli bir sembolü olarak kabul edilir ve bilim, felsefe, tıp, matematik, astronomi gibi birçok alanda yapılan çalışmalarla tarihe damga vurmuştur. Antik Yunan, Hint, Pers ve diğer medeniyetlerden gelen eserlerin Arapçaya çevrilmesi, Bilgelik Evi’nin temel misyonuydu. Bu çeviriler, özellikle Platon, Aristo, Hipokrat ve Galen gibi düşünürlerin eserlerini içeriyordu. Hint matematiği ve astronomisi de önemli bir şekilde aktarılmıştır. Diğer yandan Bilgelik Evi sadece çeviri yapılan bir yer değildi; aynı zamanda bilimsel araştırmaların yapıldığı bir merkezdi. Özellikle astronomi, geometri, kimya ve tıp alanlarında ciddi çalışmalar yürütülmüştür. Farklı kültürlerden gelen bilim insanları ve düşünürler, burada bilgi paylaşımı yapmış, farklı kültürel ve bilimsel gelenekler bir araya getirilmiştir. İsimlerini daha önce de duymuş olduğunuzu tahmin ettiğim, cebir ve algoritmanın temellerini atan matematikçi Harezmi, tıp alanında çok önemli eserler ortaya çıkaran İbn Sina, coğrafya ve astronomide çığır açan Biruni, Bilgelik Evi’nde çalışmalar yapmış önemli bilim insanlarıdır.


Bilgelik Evi, 1258 yılında Bağdat’ın Moğollar tarafından işgali sırasında yıkıldı. Bu olay, yalnızca fiziksel bir yıkımı değil, aynı zamanda insanlık tarihindeki en büyük bilgi kayıplarından birini temsil eder. İşgal esnasında Bilgelik Evi’ndeki kütüphaneler, Tigris Nehri’ne atılmış ve rivayete göre mürekkepleri suyu karartacak kadar çok kitap yok edilmiştir. Bu yıkım, İslam dünyasında bilimsel ilerlemeyi önemli ölçüde yavaşlatmıştır. Özellikle Abbasi Halifeliği’nin çöküşü ile birlikte bilimsel faaliyetler bir süre için durma noktasına gelmiştir. Avrupa’daki Rönesans’ı etkileyen ve doğrudan bu eserlerden beslenen bilgi akışı da bu yıkımdan etkilenmiştir. Ancak, daha önce tercüme edilen bazı eserler Batı'ya ulaşarak orada korunabilmiştir. Bu yıkım, farklı kültürler arasındaki etkileşimde büyük bir boşluk yaratmıştır. İslam dünyası içinde de bilgi üretimi zayıflamış ve daha az çeşitlilik göstermiştir. Yıkım sırasında kaybolan eserlerin tam kapsamını bilemesek de, birçok bilimsel teorinin, felsefi tartışmanın ve teknolojik bilginin bir daha geri kazanılamamış olabileceği düşünülüyor. Ancak, Bilgelik Evi’nin mirası, Avrupa’da Rönesans’ın temellerini atan bilgi köprüsüyle hala yaşamaktadır.


Bilgelik Evi’nin hikayesi, kültürel ve bilimsel mirasların değerinin anlaşılması ve korunması için hala güçlü bir uyarıdır.


Verdiğimiz kısa aradan sonra konumuza geri dönelim. 15. Ve 16. Yüzyıllarda yapılan coğrafi keşifler, Dünya’nın yuvarlak olduğunun kanıtlanmasında önemli bir rol oynadı. Özellikle Ferdinand Magellan’ın 1519-1522 yılları arasında gerçekleştirdiği dünya çevresinde yolculuk, bu gerçeği kesin olarak kanıtlar nitelikteydi. Magellan’ın filosu, İspanya’dan yola çıkarak Batı’ya doğru yol aldı. Filipinler’de Magellan hayatını kaybetse de, kalan mürettebat yolculuğa devam etti ve sonunda Doğu’dan geri döndü. Bu, Dünya’nın yuvarlak olduğunun somut bir kanıtıydı.


18. yüzyılda Kaptan James Cook’un dünya çapındaki seferleri, Dünya’nın yuvarlak olduğunu bir kez daha kanıtladı. Cook, Güney Yarımküre’deki geniş denizlerde yaptığı keşiflerle, Dünya’nın gerçekten de küresel olduğunu gözlemledi. Magellan ve Cook’un keşifleri, düz Dünya inancına sahip olanlar tarafından yine şüpheyle karşılandı. Ancak, bu keşifler ve gözlemlerin somut çıktıları, homurdanmaların gitgide daha az duyulur olmasını sağlıyordu.


Coğrafi keşiflere paralel olarak teleskopların icadı ve astronomi biliminin gelişmesiyle birlikte, Dünya’nın yuvarlak olduğuna dair bilimsel kanıtlar daha da arttı. Isaac Newton gibi bilim insanları, Dünya’nın sadece yuvarlak değil, kutuplardan hafifçe basık bir şekle sahip olduğunu da ortaya koydular.


Bütün bu kanıtlar, aslında yüzlerce yıl önce tespit edilmiş bir gerçeği insanlara anlatma konusunda son derece yeterliydi. Ne var ki “gözümle görmeden inanmam” yaklaşımı günümüzde bile kendisini göstermekte, bir kavramı anlamak için başvurulan soyut yöntemelere şüpheyle yaklaşılmasına neden olabilmektedir. Düz dünya fikrinin savunucuları da benzer bir düşünceyi sıkça kullanmaktadırlar. Dünyanın yuvarlak olduğunu savunanlara kanıt sormakta, yanıt gelmeyince de gerçeğin gözle görünen olduğunu ileri sürmektedirler.


Dünya’nın yuvarlak olduğunun keşfi, bilim tarihinin en önemli ve ilginç hikayelerinden biridir. Bu süreç, antik filozofların spekülasyonlarından modern bilimin kesin kanıtlarına kadar uzanan uzun bir yolculuktur. Bu yolculuğun aşamalarını aktarmaya çalışırken önemli olduğunu düşündüğüm noktalara odaklanmaya çalıştım. Varlığından haberdar olmadığım ya da yeterince detaylı değinmediğim alanların incelenmesini sizlere bırakıyorum. 


Bir sonraki bölümde, sizlere başka bir bilimsel keşfin hikayesini anlatacağız. Bilim Tarihinden Hikayeler podcast’ini dinlediğiniz için teşekkür ederiz. Görüşmek üzere!”


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hayat

Çok mu Önemliyiz?